Sibel Ateş Yengin’in öyküleriyle neredeyse on yıl önce tanıştım. Yengin’i ilk okuduğumda çok heyecanlanmıştım, çünkü Yengin öykülerinde muazzam bir şeyi başarıyordu, üç kuşak kadını bir arada anlatıyordu ve genelde evin en genç kızı (torun) üzerinden kadın kimliğinin oluşumundaki bilinmezlikleri ustalıkla anlatıyordu.
Onun pek çok öyküsünü, daha yayınlamadan okuma şansı elde ettim, kendim için pek çok notlar, anekdotlar ekledim. Onun öykülerini okuyan başka yazarlar da tanıdım, onlar da bu öyküleri çok iyi buluyorlardı, ama bütün iyi yazarlar gibi Sibel Ateş Yengin de öykülerini uzun yıllar yayınlamadı.
İyi de bir yazar yazdıklarını yayınlamıyorsa ne yapıyordur dersiniz. Elbette büyütüyordur, insan bir çocuğu büyütür gibi büyütmelidir öyküyü. Kişilik vermeli, bazen elbisesi kısa gelmiş diye bir sözü, cümleyi yeniden biçip dikmeli, karşısına geçip oturmalı, hayır olmamış demeli ve bir daha, bir daha sözü söze çatmalı.
Nihayet Sibel Ateş Yengin bizlerin böyle gizliden gizliye okuduğu öykülerini “Bu Evde Kimse Yaşamıyor” adıyla kitaplaştırdı. Okurken, iyi ki bekletmiş demekten kendimi alamadım.
Bundan yıllar önce Zürih’te, Anette Rafeli’nin bir fotoğraf sergisini ziyaret etmiştim. Rafeli yedi yıl projesi üzerinde çalışmış ve üç kuşak kadının yatak odalarını sergi salonun duvarında bir araya getirmişti. Bu kadınların yatak odaları dünyanın çeşitli ülkelerinden seçilmişlerdi, mesela Tokyo’da bir anneanne, anne ve torun genç kadının yatak odalarının resimleri vardı. Anneanne’nin yatak odası japon geleneklerini öylesine iyi yansıtıyordu ki, bunu Anneannenin kızında da görmek mümkündü, ancak torunda her bir şey yıkılmış gibiydi. O tüllü ipekli bütün her şey yok olup gitmişti, yerde bir döşek ve döşeğin yanında bir bilgisayar durmaktaydı. Bu durum Avrupalı pek çok genç kadının yatak odalarında da gözükmekteydi. Neredeyse bütün ilk kuşak anneannenin yolunu tutarken, torunda bu değişiyordu.
Sibel Ateş Yengin bana göre üç kuşakta kadın kimliğinin oluşumunu ele alıyor. Elbette başka öyküleri de var, ancak benim en çok dikkatimi çeken bu. Yengin neredeyse her öyküde bir şekilde ülkemizde kadın kimlik oluşumunu ve de kent kadının sorunlarını okurun kulağına çınlıyor. Mesela onun öykülerinde erkek çocuk, cinsel kimliği ile doğmaktadır ve erkek çocuğun bu cinsel kimliği evin kollektif kimliği haline getirilmektedir, oysa kız çocuğunda cinsel kimlik sistematik olarak terbiye edilmektedir.
Yengin, ailedeki kuşaklar arası hiyerarşinin geleneksel aktarımını vermekle beraber, aile mahremindeki iki yüzlülüğü deşifre eder. Genç kızın bu toplumsal ilişkiye dahil olması, bir şekilde şiddetle beraber oluşmaktadır. Yengin’in öykü dili 1980’li yıllarda Duygu Asena’da vücut bulan feminist bakıştan da epeyce farklıdır. 1980’lerin feminizmi kadının özgürleşmesini, kadının erkekleşmesinde görüyordu. Feminist militan kadın algısı insanda yaratıyordu, oysa Yengin’in öykü dili insan kadındır, karakteri erkekleştirmez, estetik duyguya önem verir, dikeni yoktur, hele bir çalı hiç değildir. Sevilmeyi istemektedir her insan gibi, zariflik beklemektedir, göğüs dekoltesini fark etmenizi, yırtmaçlı eteğini, topuklu ayakkabısını ona çok görmeyecek bir bakış istemektedir...
Yengin’in öykülerinde işaretler koyduğum çok yerler var, birinde şöyle der... “...Bugünlerde aile özlemi içindeyim. Evlerin içine bakıyorum, görebildiklerime tabii. Odaları sarı ışıkla aydınlatılmış evlerde sanki bir parça daha huzur var. En güzeli anneli babalı evler... İçinde annesi babası olan evleri öyle özledim ki. Birlikte yaşarken kaçılası, yokluklarında özlenesi...” benim gibi yatılı okullar, uzun hapisler yatmış insanlar için bu sözler ne kadar kıymetli... yokluğunda özlediğimiz bu aile kurumunu ahlaki olarak yeniden kurgulamanın yolu yok mudur?
Var elbet... Üç kuşak kadını bir arda anlatan Yengin, bu kültürel geçişkenlikteki değişim ve çatışmada ilk genç kızlığın zorluğu ile her seferinde insanı karşı karşıya bırakıyor. Kadının cinsel kimliği yaralı ve haliyle mutsuz, sokakta yürümesine dikkat etmeli, evde oturuşuna, ağabey karşısında terbiyesine, baba karşısında otoriteye... Oysa erkek kimliği evde pohpohlamakta sokakta forsa çıkmaktadır...
Sokaklarımızda bu kadar zorbanın olması, bu dünyaya biraz kadınca bakmamızdan kaynaklı... Bu hayatın imparatorları, bilmem Reisleri, ağaları, beyleri var da, hanım efendileri yok.
Sokağa insan olarak çıkmalıyız, korumasız, unvansız. Etekleri zil çalmalı dünyanın, çocuklar, kadanlar, genç kadınlar korkmadan hayata koşmalıdırlar. Oysa bu sahte kabadayılara çarpıyor çocukluğumuz... Sibel Ateş Yengin evin içini dışını, bazen evin nenesi, bazen annesi, bazen erkeği olur! Onun anlattığı bu evde unvanlar var, insansız olması ondan. Gezen ise hayalden dünyamızdır....