Evrensel Kültür, Tevfik Taş
Gece Kelebeği, Merhametin Bittiği Yer!
Roman, kan ter içinde kalmış bir adamın çığlığı ile başlıyor ve bu çığlık roman boyunca ‘sessizce’ devam ediyor. Bir çığlığı böyle sessizce anlatmak zor olmadı mı?
Sözkonusu romansa, attığı çığlık ‘sessiz’ olmak zorundadır, çünkü ne romancının kendisi ve nede roman okuru gürültüyü sevmez. Süte çaldığı mayanın usul usul yanmasını ister. Bu nedenle roman her daim politikacıları korkutmuştur.
Dersim doğumlusunuz ve annenizden, babanızdan, çevrenizden Dersim Katliamı ile ilgili anlatılanlarla büyüdünüz. Bunları hergün duyarak büyümek, ama kin ve nefret karıştırmadan yazmayı nasıl başardınız? Çünkü roman kahramanı Gülizar babasının başını kesen askerlere kin duymuyor ya da annesi, “İsyan etmeden, sesinden hiçbir öfke izi olmadan yalvar”ıyor.
Hitler toplama kamplarını izleyenler, insanların isyan etmeden, sessiz sedasız fırınlara gittiklerine tanık olurlar. Direniş ve öfke yasallığın olduğu yerde olur, kaldı ki Gün Zileli’nin çevirdiği Karanlığın Ötesi adlı kitapta, alman faşisizminin dahi bir noktaya kadar yasallığını koruduğuna tanık oluyoruz. Yani mahkeme var, savunma var, ne zamanki mahkeme ve savunma ortadan kalkar insanlar patır patır fırınlara sürülür. Oysa Dersim 38’de devlet ta başından itibaren yasallığı bir tarafa bırakmıştır. Merhametin bittiği yerde, insan büyük bir sessizliğe gömülür, bazen bu sessizlik Ermeni olaylarında olduğu gibi yüzyıllar sürebilir…
Perhan, romanın bir yerinde şöyle diyor: “… hapislere girenler, askere alınan koca yaşlı adamlar ve sürgüne gidenler olur da sağ dönerse işte o zaman üzülürüm. Alo’m, Dersim’e işte o zaman ateş düşer, söyle düşen bu ateşi kim söndürür?” Roman tam da katliamdan yetmiş yıl sonra dönüp tüm bunlara tanıklık ediyor. Yazarken neler hissettiniz?
Perhan’ın bu tespiti beni çok şaşırtmıştır, romancı yarattığı dünya karşısında bazen hayretler içinde kalır, şaşar kalır. Bende dönüp okuduğumda neye uğradığımı şaşırdığım çok olmuştur. Sürgüne gidenler dönmüştür, ne mi olmuştur… o büyük bir insanalık dramıdır, bakalım nasıl yazacam o dönüşleri..
Roman kahramanları adeta dişleri ve tırnakları ile yaşama tutunmak için didiniyorlar. Varını yoğunu kaybetmiş bu insanların yaşama dirençleri nereden geliyor?
Doğa. Doğa üretkenlik üzerine kuruludur, onun bir parçası olan insan da üreme üzerine kurgulamıştır kendisini. Ben açlık grevlerinde kuruyan insanları gördüm, en son anında dahi, beyin garip bir savunma refleksine giriyor ve hayatta kalmak istiyor. Devletlerin yok etmek istediği halklar, bir kene gibi onların yakasına yapışmış, onların yakasında dahi boy verdiğine ben inanırım.
Kolsuz Musa güçlü ve zayıf yanları ile romanın ilginç karekterlerinden biri. Tek kolu ile beş çocuğuna bakmak için çabalayıp duruyor ama romanın sonunda, “Tüm hayalleri yok olmuş, her bir şeyini kaybetmiş gibi.” birdenbire suskunluğa gömülüyor. Neden birdenbire susuyor?
Susuyor, çok derin susuyor. O orada mülksüz bir insandır, umudunu bir eşkiyaya bağlamıştır. Anadolu eşkiyaya çok umut bağlamıştır, Deniz, Mahir, İbo’da böyle bir umuttu. Deniz asılınca halk sessizliğe gömüldü. Kolsuz Musa o suskunluğu yaşar. O bir Dersim suskunluğudur, 1971 devrimcileri gelene kadar da susmuştur. Susmak büyük bir ölümdür…
Romanda silahı ile dağlarda gezen Usen-e Çöyder ya da Çavdar Hüseyin katliamın kimin yaptığını açık açık dile getiren ve “Hiç bu devlete güvenildiğini duydun mu?” diye bağıran tek kişi. Romanın kahramanı Çavdar Hüseyin’in öfkesini çaresiz olarak niteliyor. Neden çaresiz?
Çaresiz olmasın da ne yapsın. Kadınlar dışında herşey göçüp gitmiştir, Çavdar dağların içinde yapayalnız kalmıştır. O kadar büyük bir dram gözükür ki onun tavırlarında, sanki kendisine bir ölüm biçimi seçmeye çalışmaktadır. Ancak onu bekleyen ölüm şekli, günümüz üretim ilişkilerinin herkese dayattığı bir ölümdür, hayatta kalmak için en yakınını uçurumun kenarına getirip atmak zorundasınız, ihanet garip bir yaradır insanın içinde. Çavdar’ın ölümü çocukken beni çok etkilemiştir. İçine düştüğü durum onu çaresiz kılmıştır, Dersim o çaresizliği hala yaşamaktadır.
Katliam sonrası Dersim’e gelen, olan bitenleri bilen ve insanlara yardım eden dava vekilliği yapmış Kahraman Salih Bey’in odasında kocaman bir Atatürk resmi bulunuyor. Kimlerin sorumlu olduğu yeterince bilinmiyor mu?
Romanda Paşa olarak belirtilen zat Mustafa Kemal’dir. Ancak aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen, roman kahramanlarının dahi özgür konuşmadığı bir ülkede yaşıyoruz. O Atatürk resmi, bir kızılbaş kültürüdür, evlerine kuran asarlarsa öldürülmeyiz diye düşünmüşlerdir, osmanlıdaki kuran asma gitmiş yerine Atatürk resmi gelmiştir. Aslında o resimin ne ifade ettiğini sosyologlar, halk bilimciler düşünsün. Halk razıdır, ancak kanı ulusun kanıyla dolmuş milliyetçilik razı değildir.
Romanda insanlar günlerce kendilerine yardımcı olacak Türkçe bilen birilerini arıyorlar. Siz de Türkçe’yi daha sonra 1938 de askeri kışla olarak kullanılan bir binada öğrendiniz ve romanınızı Türkçe olarak yazdınız. Yazarken neler hissettiniz?
Keşke bu romanı zazaca dilinde yazabilseydim, sanırım o zaman içime sinmeyen yerler daha güzel olurdu. Ben dilsizliği iki kez yaşadım, biri yatılı okula başlarken, üç ay tek kelime konuşamadım, yaşıtım çocuklarla oynayamadım. Sonra bir mülteci kampında on dokuz değişik ülkeden insanlarla yaşadım. Dilsizlik büyük bir zulümdür, şu yöneticiler utanmadan bu dilsizliği halkalara reva görürler. Anadolu’da bir söz vardır, “dilini keserim” diye. Biz de devlet, dil kesmiştir, acı çekecek ama acını anlatamayacaksın. Devlet hem dil kesti, anlatılmasın diye de yasaklar, sansürler koydu.
Annenizin yaşadıklarını romanlaştırdınız. Anneniz (büyük olasılıkla) tüm bunları Zazaca olarak size anlattı. Tüm anlatılanları Türkçe yeniden kurmak zor olmadı mı?
Romancı yazdığı coğrafyayı o coğrafyanın dilinden anlatmayı çok ister, ancak sözkonusu eğer romansa, o tekniğe uygun yazılmış, kurgulanmışsa, okurken aynı lezzeti duyar okur. Aymathov Rusça yazardı romanlarını, ama dünyamız onu Kırgız yazar kabul eder, çünkü kırgızları anlatmıştır. Marquez’de öyledir, Kolombiyayı İspanyol sömürge diliyle yazmıştır, ne değişmiştir? Yukarıda belirittiğim, yok ettiğiniz şey, kene gibi yok edenin yakasına yapışır dediğim tam da bu. Siz yasaklarsınız, bir de bakarsınız, ölmez otu gibi düştüğü yerde daha gür bitmiştir. Annemin hikayesi Zazaca dilinde anlatıldı, çok da güzel anlattı, çok da güzel anlattı, ben de biten şekli elinizdeki ifadedir, pek çok kişi okurken, Zazaca okumuş gibi oldum, demektedir.
Romanın bir de yazılış öyküsü vardır. Bize kısaca bunu da anlatır mısınız?
Uzun bir hikaye ancak, ben Yozgat cezaevinin hücresinde başladım yazmaya. Sekiz defter dolusu yazdım, bu defterlerimin sadece birini kurtarabildim. Ceazevinden çıktıktan sonra, yeniden başladım, ancak anneme, herşeyi bir bir anlattırdım ve onun hikayesiyle başladım. Onun hikayesi 1939 1945 yılları arasıdır, 1924-34 arası dönemi kapsayan birinci cildi daha sonraya bıraktım. Ölmeden, hayatının yazıldığını bilmesini istedim. Bu yaşıma kadar ona verebileceğim hiç bir hediye fırsatım olmadı, hapislik ve acı dışında. Biliyorum acısını dindirmez, iki sürgün, iki yok olmayı, çocuklarını hapislerde büyütmüş bir anne yüreğini dindirmez? Anadolu’daki bu kardeş kavgası bitmeden de bu acı dinmez gibi…